Yazar: Ursula K. Le Guin
Çeviri: Gürol Koca
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Lavinia
"Ama o bunları yazmadı. Şiirinde hayatıma önem vermedi. Beni ihmal etti, çünkü beni ancak ölürken tanıdı. Bunda onun suçu yok. Düzeltmeler yapması, şiirin üzerinde tekrar düşünmesi, yarım kalmış satırları tamamlaması, bitmediğini düşündüğü şiiri bitirmesi için çok geçti artık. Bunları yapamadığı için üzülüyordu, biliyorum; benim için üzülüyordu. Şimdi olduğu yerde, karanlık nehirlerin ötesinde, birileri ona Lavinia'nın da onun için üzüldüğünü söyleyecektir belki de...
"Varlığım yüzyıllar boyu sürecekse eğer, en azından bir kerecik ortaya çıkıp konuşmam gerekir. Şairim bana hiç söz hakkı tanımadı. Sözü ondan almak zorunda kaldım. Bana uzun ama küçük bir hayat verdi. Yere ihtiyacım var, havaya ihtiyacım var."
Vergilius'un Aeneas'ında, yiğit savaşçı Aeneas rakiplerini alt ederek Latium kralının kızı Lavinia'yla evlenir ve Roma İmparatorluğu'nun temellerini atar. Destanda Lavinia'nın ne belirgin bir rolü, ne de kendine ait bir sesi vardır. Ursula K. Le Guin işte bu ihmal edilmiş karakteri alıp ona hak ettiği sesi veriyor ve büyük şairin destanında anlatmadıklarını onun gözünden, onun dilinden anlatıyor. Lavinia savaşın doğasını ve erkek-egemen toplumu sorgulayan; insanı insan, toplumu toplum yapan değerleri irdeleyen; edebiyatın gücünü vurgulayarak kurguyla gerçeklik arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran yaratıcı bir roman: Büyük bir destanda küçük bir rolü olan güçlü bir kadının kendi destanı.
sfy 11-12On dokuzuncu yaşıma girdiğim yılın mayıs ayında, kutsal yemeğe tuz almak için nehrin ağzındaki tuz yatağına gitmiştim. Tita ile Maruna da benimle gelmişti. Babam tuzu eve taşımamıza yardımcı olsunlar diye yaşlı bir ev hizmetçisiyle bir çocuk ve eşek vermişti yanımıza. Tuz yatağı sahile birkaç kilometre mesafede sadece, ama biz bu yolculuğu dışarıda gecelediğimiz bir pikniğe dönüştürmüştük. Zavallı eşekçiğe yiyecek yüklemiş, tuz yatağına gitmek için bütün bir günü harcamış, nehir ve deniz kıyısının yukarısında kalan, otlarla kaplı bir kumul üzerinde kamp kurmuştuk. Beşimiz ateşin etrafına oturup akşam yemeği yemiş, güneş denizde batar, mayıs alacakaranlığı gittikçe mavi bir hal alırken şarkılar söylemiştik.
Sabah günün ilk ışığıyla birlikte uyanmıştım. Diğerleri derin uykudaydı. Kuşlar şafak korolarına daha yeni başlamıştı. Kalkıp nehir ağzına doğru yürümüştüm. Elimi daldırıp nehirden bir avuç su almış ve nehrin adını –Tiber, Baba Tiber– ve eski, gizli adlarını –Albu, Rumon– söyleyerek adak niyetine tekrar nehre dökmüştüm. Sonra elime tekrar su almış ve o tuzlumsu suyu kana kana içmiştim. Gök yeterince aydınlıktı, nehir akıntısının medcezir etkisiyle kabaran deniz sularıyla karşılaştığı hattaki uzun, sert dalgaları görebiliyordum.
O hattın daha da ilerisinde, loş denizde gemiler görmüştüm, güneyden gelen, dümen kırıp nehir ağzına yönelen bir dizi koca, kara gemi. Gemilerin iki yanından sıra sıra uzun kürekler kanat gibi havaya kalkıp iniyordu alacakaranlıkta.
Gemiler suların karıştığı hatta birbiri ardına dalgaları göğüslemiş, havaya kalkıp sulara gömülmüş ve birbiri ardına nehirden içeri girmişti. Gemilerin uzun, kavisli, üçlü mahmuzları tunçtandı. Kıyıda, tuzlu çamur içinde çömelmiştim. İlk gemi nehre girmiş ve küreklerin su üzerindeki ağır, yumuşak vuruşlarıyla sabit bir hızla, kapkara, kocaman, yanımdan geçip gitmişti. Kürekçilerin yüzleri gölgede kalmıştı, ama bir adam geminin kıç güvertesinde gökyüzüne karşı ayakta duruyor, ileriye bakıyordu.
Yüzü haşin ama savunmasız; karanlığa doğru bakıyor, dua ediyor. Onun kim olduğunu biliyorum.
Son gemi de küreklerin o yumuşak, zahmetli vuruş ve telaşı içinde, ağaçları her iki yakada sıklaşan ormanda kaybolduğunda kuşlar her yerde şakımaya başlamıştı ve gök doğudaki tepelerin üzerinde iyice aydınlanmıştı. Kampımıza tırmanmıştım tekrar. Hiçbiri uyanmamıştı henüz; gemiler uykularında yanlarından geçip gitmişti. Onlara gördüğüm şeylerden bahsetmemiştim. Tuz çukuruna gitmiş, bir yıllık ihtiyacımızı karşılayacak tuzu elde edebileceğimiz kadar çamurlu kurşuni toprak toplayıp eşeğin sepetlerine yüklemiş ve evin yolunu tutmuştuk. Yolda oyalanmalarına izin vermemiştim, biraz mızmızlanmış, ağırdan almışlardı, gene de öğleden önce eve varmıştık.
Kralın yanına gitmiş ve "Şafak vakti büyük bir donanma nehirden içeri girdi baba," demiştim. O da üzgün bir edayla bana bakmış ve "Bu kadar çabuk ha..." demişti yalnızca.